Bacon: “ Sanat doğaya eklenmiş insan demektir … Ars est homo
additus naturae ” diyordu. Tablonun, heykelin, şiirin,
trajedinin hammaddelerini sağlayan doğadır; insan, aklının isteklerini yerine
getirmek için bu maddelere şekil verir, onları düzene sokar. Bu güzel tanım
kabul edildikten sonra, açıkça anlaşılır ki, sevmek sanatı diye bir şey vardır.
Çünkü doğa, her şeyde olduğu gibi, aşkta da ancak hammaddeleri sağlar:
Yaratıkların iki cinsiyete ayrılması, soyu sürdürme ihtiyacı ve bu ihtiyacın
emrine verilen güçlü içgüdüler. Fakat eğer insan aklı yüzyıllar boyunca bu
hammaddeleri şekillendirmiş ve bir araya getirip düzenlemiş olmasaydı,
aşklarımızın köpeklerin aşkından ayrıcalığı kalmayacaktı. Kırlarda, göklerde,
nehirlerde hayvanların nasıl seviştiklerine dikkat ediniz; sonra “Prenses de
Cleves”i veya “ Tutkular ve Aşk Üzerine Konuşma ”yı okuyunuz,
aşkta sanatı doğadan ayıranların neler olduğunu ölçebilirsiniz.
İnsan aşkını mucize yapan taraf şudur ki, pek basit bir içgüdü olan cinsel
istek üzerine en karışık ve en ince duygulardan bir yapı kurmuştur. Sihirli
eylemleriyle iki zavallı ölümlü yaratık, hepimiz gibi çabuk kırılabilen,
canlılara özgü o bencilliğe sahip, utangaç, kararsız, sebatsız, vahşi iki
yaratık en içrek, en tatlı bir birleşmeyle kaynaşıverirler. Evrenin
kayıtsızlığı veya düşmanlığı, gelecek korkuları, sınıfların ve ulusların
kinleri, bütün bunlar, birdenbire iki yaratığın gözlerinde duman oluverir,
asılsız düşler haline geliverir. Cinsel isteğin güçlülüğü onların bencillik
engelini aşmalarına imkan sağlar ve birbirlerini olduğu gibi kabul etmelerine
yardımcı olur. Fakat cinsel istek çabuk kaçıverir bir şeydir. Nasıl oluyor da
geçici bir içgüdüden insanlar, devamlı ve katıksız duygular yaratmasını
başarabiliyor? Sevmek sanatını anlamak istiyorsak, işte bu “cinsel isteğin
kutsallaştırılması” sorununu çözmemiz gerekir.
Bu merkez soruna varmak için, önce çevresini kuşatan çalılıkları aşmamız
gerekiyor.
Niçin karşılaştığımız binlerce erkek veya kadın arasından, sevgimizin
konusu olarak şunu değil de bunu seçiyoruz? Bu konuda iki tez savunulabilir ki,
ikisinde de gerçek payı yok değildir.
Bunlardan birincisi, yaşamımızın bazı çağlarında ve özellikle ilk gençlik
çağında ve orta yaşın sonlarına doğru, aşka hazırlıklı oluşumuzdur. Henüz bir kişiye
yönelmeyen belirsiz bir istek, bizde hoş bekleyiş duyguları uyandırır. Bu,
gerçek bir kadın bulamayınca, delikanlının düşünde yarattığı perilere aşık
olduğu zamandır; genç kızların roman kahramanlarına, ünlü oyunculara veya
edebiyat öğretmenlerine tutuldukları çağdır. Gençlik, aşk iksirlerinin en
etkilisidir. Goethe: “ Bu içkiyle her kadında Helene’i
göreceksin ” der. Beden, muhtemel sevgilinin gelişini merakla beklerken, oradan
geçen ilk sevimli kişinin, aşkı uyandırması ihtimali vardır. Bazen talihin iyi
yanına rastlar ve bu karşılaşmadan ortaya mutlu bir çift çıkar; bazen ise, bir
an için birbirlerine cinsel istekle yaklaşan erkek ile kadın anlaşmazlık ve
küçümseme nedenleri bulurlar ve aşk nefreti doğurur.
Rastlantı koşullarından doğan seçimler de düşünebiliriz. Olabilir ki,
utangaç ve olağan yaşamlarında duygularını, isteklerini açıklamaya asla cesaret
edemeyecek kişiler, zoraki bir içreklikle birbirlerine yaklaşmışlardır. Fransız
İhtilali’nin zindanları, daha sakin dönemlerde kendi halinde birer eş olacak
pek çok kadına büyük ve ateşli aşklar yaşatmıştır. Bir erkeğin hatırı sayılır
olması veya başarıya ulaşmış olması, onu kadınların gözünde kusurlarını örten
bir örtüye bürünmüş olarak gösterir. Zafer anları, bir aşkın doğmasına pek
elverişli zamanlardır. Bazen rastlantı ruhların veya kalplerin anlaştığı kuruntusunu
yaratıverir. Birdenbire, üçüncü bir kişinin söylediği bir cümle üzerine iki
bakış karşılaşır ve iki kişi birbirine benzer tepkiler gösterdiklerini
anlarlar. Bir arabanın sarsıntısıyla iki el birbirine dokunur ve bu teması
ağırlık kurallarının gerektirdiğinden, bir an fazla sürdürmekten zevk duyulur.
Bu kadarı da yeter.
Öteki tez de şudur: “Yıldırım aşkı” veya ilk görüşte aşık olmak kaderin bir
belirtisidir. Bir Yunan efsanesine göre, her insan bir erkekle bir kadından meydana
gelmişti, sonradan Yaradan, bunların her birini ikiye ayırdı ve o zamandan beri
de ayrılmış olan bu yarılar, birbirlerine kavuşmaya çalışırlar. Kaderin seçmiş
olduğu bir çiftin iki yarısı karşılaşınca, aralarındaki yakınlığı onlara
şiddetli ve tatlı bir sarsıntı haber verir ki, buna yıldırım aşkı deniyor.
Herbirimiz, içinde “şu koskoca dünyada, örneğin, aradığı kendi güzel kavramını
taşımaktadır” ve ilk gençliğinin perilerini donattığı o kusursuzluklara sahip
gerçek bir yaratık bulacak olursa, zevkinden kendinden geçer. Öyle kişiler
vardır ki, hem güzellikleriyle duyularımızı büyülerler, hem de konuşmalarındaki
tatlılıkla bizleri memnun ederler. Böylelerini hiçbir çaba harcamadan ve
pişmanlık duymadan severiz. Onların yanında geçen her dakika,
kusursuzluklarından daha çok emin olmamıza yarar. Biliriz ki, onları değiştirme
gücü bize verilmiş olsaydı bile, hiçbir şey değiştirmek istemezdik. Sesleri
bize “en tatlı melodi” gibi gelir ve alelade konuşmalarını en kusursuz
şiirlerden daha çok beğeniriz. Böyle, birine sınırsız hayranlık duymak, büyük
mutluluktur; sevilen birinin hem ruhuna hem bedenine duyulan hayranlığa dayanan
aşk, hiç kuşkusuz en büyük zevki veren aşktır.
Nihayet sayıları oldukça kabarık öyle kadınlar ve erkekler vardır ki,
bunlara hiçbir zaman ne rastlantı, ne karşı konulmaz duygular, bir hayat
arkadaşı seçtirmemiş ve hayat arkadaşlarını kendileri seçmek zorunda
kalmışlardır. Bu gibilerin seçimine yardımcı olmak için bir sevmek sanatı, birkaç
kural göstermeli, öğretmeli midir? Denebilir ki, güleryüz, sabır ve özellikle
yaşamı iyi tarafından görme alışkanlığı, bir çiftin mutluluğunda büyük rol
oynayan erdemlerdir ve bunlar da çok zaman (fakat her zaman değil) sağlıktan
doğarlar. Seçilecek eşin ailesi uzun uzun incelenmelidir; çünkü mutluluk,
mutluluğu getirir ve sevginin kısa zamanda soluverdiği kederli, huysuz çevreler
vardır.
Gene öyle anlaşılıyor ki, bir kadın, enerjik ve tam erkek yaradılışlı bir
kocayla ve bir erkek de sevecen (müşfik) ve erkeği tarafından yönetilmeye boyun
eğen bir kadınla daha kolaylıkla mutlu olmaktadır. Pek genç yaştaki kızlar,
üstünlüklerini kabul ettirecekleri, dilediklerince çekip çevirebilecekleri bir
erkekle evlenmek istediklerini söylerler. Ben ise, gücü veya cesareti
dolayısıyla saygı duymadığı bir erkekle evlenmiş bir kadının veya bir Amazonla
(Eski çağda yaşamış efsanevi bir savaşçı kadınlar kavmi. Erkek yaradılışlı
kadınları belirtmek için kullanılan bir deyim olmuştur) evlenmiş normal bir
erkeğin gerçekten mutlu olduklarına hiçbir vakit rastlamadım. Fakat bütün
bunlar gene de çok karışık ve birbirine bağlı öğelerdir, çünkü en köle
yaradılışlı kadında bile, kahramanında çocukça yanlar bulmaktan hoşlanan bir
koruma içgüdüsü vardır.
Gerçekte ise rastlantılar öylesine büyük
rol oynar ki, erkek ile kadının katıksız bir istemle hayat arkadaşını
seçebilmesi enderdir ve böyle oluşu daha da iyidir: Çünkü burada içgüdü, bütün
hatalarına rağmen, akıldan daha şaşmaz bir yol gösterebilir insana. “Sevmek
gerekir mi?” diye sorarlar. Bu, sorulmaması gereken bir şeydir; sevgi
kendiliğinden duyulmalıdır. Aşkın doğuşu da, her doğum gibi, doğanın bir
eseridir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder